Reklam Alanı (Gövde Üst Reklam) Bu alana reklam ver

Padişah Yıldırım Beyazıt’ın Bugün Timur’a Esir Düştü

blank
MÜFİT ONBAŞI tarafından
28 Temmuz, 2013 11:03 tarihinde yayınlandı /Güncelleme: 22.03.2024 12:06
Okuma Süresi: 7dk
Yorum Sayısı: 0
Reklam Alanı (İçerik Öncesi) Bu alana reklam ver

Tarih 28 Temmuz 1402’de Ankara Çubuk’ta meydana gelen Ankara savaşında Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt, Timur’a yenilerek esir düştü.

Ankara Muharebesi diye meşhur olan bu savaş Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti ile İstanbul’un fethini yarım asır geciktirdi. Yaklaşık 70 bin kişilik Osmanlı ordusuna karşılık, Timur’un ordusu 160 bin kişiydi. Ankara yakınındaki Çubuk Ovası’nda yapılan savaşın başlangıcında Osmanlılar üstün bir duruma gelmişlerdi. Fakat Osmanlı ordusundaki Kara Tatarların ihaneti ve Anadolu Beylerine bağlı tımarlı sipahilerin Timur tarafına geçmeleri, harbin Osmanlılar tarafından kaybedilmesine sebep oldu. Bu savaşla birlikte Osmanlı devletinde Fetret Devri başladı.

Büyük cesareti ile ün yapan ve savaşlardaki benzersiz sürati yüzünden “Yıldırım” ünvanını daha şehzadeliği zamanında alan Yıldırım Beyazıt Ankara’da Çubuk Ovasında Timur ile yaptığı savaşı kaybederek esir düşmüş ve Akşehir'de kahrından ölmüştü...

Osmanlı hanedânı içinde onun gibi hızlı at süren bir padişah daha yoktu. Büyük cengâver Murat Hüdavendigâr'ın yanında yetişmiş, onunla birlikte katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermişti. Nitekim Kosova Meydan Savaşı'nda da kumanda ettiği birliklerin başında gösterdiği büyük kahramanlıklar ve üstün bir idarecilik gücüyle zaferin meydana gelmesinde pek önemli rol oynamıştı. Babası Murat Hüdavendigâr'ın yaralı bir Sırplı tarafından hançerle vurulup şehit edilmesiyle, savaş meydanında padişah olmuştu.

Padişah olduktan sonra, bir rivayete göre babasının vasiyeti üzerine, bir rivayete göre de etrafındakilerin teşvikiyle, babasının ölümünden haberi olmayan ve asker tarafından çok sevilen kardeşi Yakup Çelebi'yi çadırına çağırtarak orada boğduran Yıldırım Beyazıt, Osmanlı sülâlesinde kardeş katlini başlatan ilk hükümdar oldu.

Yıldırım, Kosova zaferi ile Balkan yarımadası üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra, gözlerini İstanbul'a çevirdi. Karadeniz Boğazı'nın Anadolu yakasını ele geçirdikten sonra, Anadolu Türk birliğini kurdu. Boğaz üzerindeki ilk Türk kalesi olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Sonra İstanbul'un muhasarasına girişti. Bu muhasara sekiz ay sürdü Bizans'ın Türkler eline geçmek üzere olduğunu gören Hıristiyan âlemi, yeni bir Haçlı Seferi için ayaklandı. Kuvvetli bir ordu meydana getirilerek Tuna boyuna ilerleyen Haçlılar, Türklerin elindeki en önemli sınır kalesi olan Niğbolu'yu sardılar.

Niğbolu'nun sayıca pek kalabalık olan bir düşman ordusu tarafından kuşatıldığını haber alan Yıldırım Beyazıt, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, büyük bir hızla Niğbolu'ya koştu. Doğan Bey'in kumandasındaki Niğbolu kalesi kahramanca dayanmaktaydı. Cesaretiyle ün yapan Yıldırım Beyazıt, 23 Eylül 1396 tarihinde bir Macar sipahisi kıyafetine bürünüp gecenin geç vakti düşman hatlarını tek başına geçerek kale kapısının önüne geldi:

– Bre Doğan, bre Doğan!.. diye seslendi. Doğan Bey bunu önce bir düşman hilesi sanmış, fakat padişahın sesini tanımıştı. Heyecanla burca koştuğu zaman, gecenin karanlığına rağmen surun dibindeki o emsalsiz kır atı gördü. Yıldırım:

– Hâlin nicedir, bre Doğan?, diye soruyordu.

– Düşman karadan ve nehirden kaleyi tazyik eder, fakat surlar sağlam, erzak boldur. Mâdem ki saadetlü padişahım da yetişmiştir, ne ihtimaldir ki Niğbolu düşe... dedi Doğan Bey. Yıldırım: – Bir iki gün dayanasın, yetiştik biz gayri, diye seslendi.

Bu sesleri duyan Haçlılar kalenin önünde duran kır atlı ve Macar sipahisi kılıklı yabancının üzerine hücum edecek oldular. Ancak Yıldırım'ın yıldırım gibi giden atına yetişemediler...

25 Eylül 1396 günü Yıldırım Beyazıt, Niğbolu' yu saran o mahşerî Haçlı ordusuna karşı amansız bir hücuma geçti. Uzun sürmedi bu kanlı savaş. Yıldırım, tarihlere nam salan meşhur kıskaç plânı ile o muhteşem orduyu imha etti.

Haçlı ordusunun başında bulunan Korkusuz Jean esir düştükten sonra:

– Yemin ediyorum ki, bir daha Türklere karşı elimi silâhıma atmam. demişti. Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, onu huzuruna çağırttı:

– Ettiğin yemini sana bağışlıyorum. Git. Şerefini kurtarmak için Hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini bir daha topla ve yeniden gel. Böylelikle bana şan ve şerefimi artıracak yeni fırsatlar verirsin, diyerek kendisini serbest bıraktı.

1402 yılında Doğudan büyük bir kasırga koptu.

Timurlenk, başına topladığı büyük bir oldu ile Altınordu devletini yıktıktan sonra İran’ı istila ederek Arap illerine girmişti. Timurlenk’in karşısında yalnız Osmanoğulları kalmıştı. Bunların ikisi de Müslüman Türk devleti idiler. Ne yazık ki bu cihangir Türk hükümdarı anlaşamadılar. Ahmet Celayir ile Kara Yusuf yüzünden birbirlerine hakaret ettiler. Yıldırım’la Timurlenk’in düşmanlığı Ankara Savaşına yol açmıştı.

İki Türk ordusu Temmuz ayının sıcak bir gününde Çubuk Ovasında kanlı bir savaşa tutuştular. Önce Yıldırım’ın sipahileri Timur ordularını iyice sarstı. Fakat Timur, fillerini bunların üzerine sevk edince savaşın seyri değişti. Bu an Anadolu Beylerinin hıyaneti yüzünden Anadolu askerleri Timur tarafına geçiverdiler. Hıyanet, Yıldırım ordularını paniğe uğrattı. Feci durumu gören padişah, ordugâhını kurduğu tepeye çekilerek düşmana karşı mukavemete devam etti. Timur kuvvetleri Çataltepe’de Yıldırım’ın etrafını sardılar. Yanında ancak 300 yüz asker kalmıştı. Yıldırım, elindeki kılıç kırılınca eline bir balta geçirdi. Bu balta ile önüne geleni biçiyordu.

Sabahleyin altın ışıklarını saçarak doğun güneş, kan renkli bir tablo gibi Çubuk Ovasının mor dağları ardından batıyordu. Her tarafı lacivert bir karanlık kaplamıştı. Yerlerde ölüler birer sarı gül gibi yatıyorlardı. Bu esnada Yıldırım, atını tepenin kuzey batısına doğru sürdü. Fakat her tarafı set set düşman askerleri sarmıştı. Sabahtan akşama kadar harp meydanında durmadan kılıç sallayan Yıldırım’ın kolları yorulmuş, açlık ve susuzluk ise onu takatsiz bırakmıştı. Yıldırım atıyla Mahmudoğlu köyü civarındaki dik ve taşlı yamacından inerken atının ayağı taşlar arasına girerek atı ile beraber yere yuvarlandı. Tam bu esnada Timur’un askerleri karşısına dikildiler. Yıldırım’ın elinde kanlı bir balta üstü başı yırtılmış, kavuğu başına geçmiş, yüzü toz toprak içinde olduğu halde bir kahramanlık tablosu meydana gelmişti. O ateşli gözlerini Semerkandlı askerlere dikerek:

Haydi yapacağınızı yapınız! Diye bağırdı.

Çağatay Hanı Mahmudoğlu:

Buyurunuz... Timur-u Gürgani’nin misafirisiniz.

Yıldırım esir edilmiş, Timurlenk de otağına çekilmişti. Kumandanlarının zafer tebriklerini kabulden sonra oğlu Şahruh’la satranç oynamağa başlamıştı. Gece yarası, esir edilen Yıldırım, Timur’un otağına getirildi. Timur derhal ayağa kalkıp ona yer göstererek saygısını gösterdi. Konuşma esnasında bir aralık Timur’un gülümsediğini gören Yıldırım hiddetle bağırdı:

Allahın bedbaht kıldığı biriyle alay etmek fenadır, fena.

Timurlenk şu mukabelede bulundu:

Ben, Allah’ın bu dünyayı benim gibi bir topalla, senin gibi bir köre bıraktığına gülüyorum... Akabinde Yıldırım’a şu suali sordu:

Eğer sen bizi mağlup etseydin, benim askerlerimin akıbeti ne olacaktı?

Hepsini kılıçtan geçirtirdim.

Halbuki ben hayır düşündüm, Tanrı bana zaferi ihsan etti. Sen şer düşündün, Tanrının şerrine uğradın. Onun için Cenabı Hakkın bahşettiği zaferin şükranesi olarak size ve sizin mensuplarınıza iyilikten başka bir şey yapmayacağım. Müsterih olun!

Sonra Yıldırım’a bir sofra hazırlattı. Aynı sofrada beraber yoğurt yediler. Biraz sonra da oğlu Musa Çelebi’yi bulup getirdiler. Ertesi gün Timurlenk, Batı Anadolu’ya doğru ileri harekata geçti. Timur’un askerleri her tarafı yağma ediyorlardı. Hatta bir gün ellerinde Kur’anları bulunan oğlancıklara atlılara saldırtarak bunların hepsini öldürttü. Bursa sarayına girerek hazineyi tamamen yağma ettiler.

Bir müddet sonra Timurlenk, İzmir’i almak üzere o taraflara gittiği zaman Yıldırım’ı da beraberinde götürdü. İzmir zaferi üzerine Timurlenk, muhteşem bir ziyafet hazırladı. Timurlenk’in bu ziyafetten maksadı Yıldırım’a bir ders vermekti. Yıldırım, Müslüman bir hükümdar olduğu halde, neden bir Hıristiyan kızı ile evlenmişti? Timur buna bir türlü tahammül edemiyordu. Bu ziyafette prenses Olivera’ya sakilik ettirdi. Yıldırım, sevgilisinin sarhoşlar meclisine hizmet ettiğini görünce, esirliğin en büyük acısını hissetti. Bütün tahammülü yıkılıverdi. Ayağa kalkarak Timurlenk’e hakaret dolu sözler söyledi.

Hadisenin akabinde Yıldırım, başının vurulmasını beklemeye koyuldu. Netice böyle olmadı. Ertesi gün Timur’un emriyle Akşehir’e gönderildi. Fakat Yıldırım’ın bütün yaşama arzuları kırılmıştı. İç acıları içinde kıvranmaya başladı. Mülkü perişan olmuş, oğulları muharebe meydanında kaybolmuş, hazinesi yağma edilmişti. Artık o nasıl yaşayabilirdi.

Parmağında her zaman taşıdığı bir yüzüğü çıkardı. Bu yüzüğün taşının altında kuvvetli bir zehir saklıydı. Onu yuttu ve akabinde de can verdi. Osmanoğullarının bu kahraman hükümdarı kendi iradesi ile gözlerini hayata yummuştu.

Bu kanlı faciadan sonra Timur, Anadolu’da durmayarak Semerkand’a döndü. Ruhunda devlet kurmak cevherini taşıyan Türk milleti, derhal teşkilatlanarak devletinin varlığını sağlamaya muvaffak oldu. Osmanoğulları ismi altında 624 yıllık uzun bir egemenlik devresi geçirdi. Fakat Timurlenk ölünce, onun kurduğu devlet kendisiyle birlikte yok oldu.

Yıldırım Beyazıt Kimdir?

SULTAN YILDIRIM BAYEZİD HAN

         Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han 1360 yılında doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bayezid Han, şehzadelik dönemini Kütahya’da geçirmiştir. Babası ile birlikte Kosova savaşına katılmış, onun şehit düşmesi ile idareyi eline almıştır.

           Sultan Bayezid, hükümdarlığının ilk yıllarını (1389–1392) Aydınoğulları, Saruhan oğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamidoğulları beyliklerini kontrol altına almak için mücadele ederek ve buraların yönetimine kendi sarayında yetişmiş kullarını atayarak geçirdi. Ardından kendisi Anadolu ile ilgilenirken ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi. Kendi aralarında mücadele halinde olan Balkanlardaki yerel devletleri tekrar kontrol altına almak güç olmadı. Bu dönemde girişilen mücadele 1396’da Niğbolu’da Avrupa’nın en güçlü şövalyelerinden müteşekkil Haçlı Ordusunun yenilmesi ile son bulmuştur. Niğbolu Zaferi Osmanlıların Balkanlardaki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Sultan Bayezid’in İslam topraklarındaki itibarını da artırmıştır. Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır.

  1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştur.

         Bu arada Orta Asya ve İran’a uzanan güçlü bir imparatorluk kurmuş bulunan Timur(1335-1405); Anadolu topraklarına girmeden önce Çağatay, Harzemşah ve İlhanlı gibi hanedanların son varislerini de ortadan kaldırmış bulunmaktaydı. Bu nedenle kendisi bu hanedanların doğal varisi olarak görmekteydi. 1400 yılına gelindiğinde ise Anadolu topraklarına yönelerek Kadı Burhaneddin Devleti’nin başkenti olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunu gören Türkmen Beyleri derhal Timur’un tarafına geçerek onun yanında yer aldılar.

 Sultan Bayezid ve Timur’un karşılaşması kaçınılmazdı. Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı.

  İşte bu halde iken iki tarafın ordusu 27 Ağustos 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Coğrafya itibarıyla daha avantajlı bir konumda savaşa giren Timur’un ordusu daha kalabalıktı. Savaşın başında üstünlük sağlamasına rağmen, bazı Türkmen yedek kuvvetlerinin ve Sırp vasal kuvvetlerinin Timur’un tarafına geçmesi sonucunda Bayezid savaşı kaybetti. Osmanlı Ordusu yenildi ve Bayezid esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan 9 Mart 1403 tarihinde vefat etmiştir.

 Sultan Bayezid tahta geçerken; Türkmen beylerinin desteklediği şehzade Yakup’a karşı devşirme unsurların desteğini alarak tahta çıkmıştır. Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış ve Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Bunun yanında Sırbistan Kralı’nın kızı ile evlenmesi, Avrupalı prensliklerle nispeten iyi ilişkiler kurması, onun devşirme unsurların etkisinde kalmakla itham edilmesine sebep olmuştur.

  Sultan Bayezid’in en büyük emeli şüphesiz İstanbul’u fethetmekti. Bunun için Boğaza Anadolu Hisarını yaptırmıştır. Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.

 Merkezi hazinenin genişletilmesi, teşkilatlanma alanlarında önemli bürokratik yenilikler bu devire ait gelişmelerdir. Tahrir sistemine ait en eski kayıtlar bu döneme aittir. Ulemanın tasarrufundaki pek çok vakıf malı bu dönemde devlet erkine devredilmiş, idarede kul sistemi geniş ölçüde uygulanmaya başlamıştır. Hatta eski kayıtlarda, Bayezid’in, görevlerini su istimal eden kadıları çok şiddetli bir biçimde cezalandırdığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.

 Diğer taraftan Sultan Bayezid, oldukça iyi bir idareci ve askerdir. Batıda ve Doğuda etrafını kuşatan düşmanlarına karşı aldığı kararlarda ve manevralarda son derece hızlı hareket etmesinden dolayı kendisine ‘Yıldırım’ lakabı verilmiştir.

Reklam Alanı (İçerik Sonrası) Bu alana reklam ver

Yorum Yaz

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

İlahi Adalete Selâm

blank
Avatarı
Aksiyon ER tarafından
11 Aralık, 2025 11:33 tarihinde yayınlandı
Okuma Süresi: 3dk
Yorum Sayısı: 0
Reklam Alanı (İçerik Öncesi) Bu alana reklam ver

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden beri, yarım asırlık darbeler tarihine baktığımızda; nereden nereye geldiğimizin sembolik göstergesi bu olayda, ilâhî adaletin tecellisini görürüz. İşin püf noktası şudur; Cenab-ı Hakkın 99 Esma-i Hüsna’sından (güzel isimlerinden) birisi (EL-ADL) ADALETTİR. Allah (c.c.) mutlak Âdildir. Mülkün (Kâinatın)temeli adalettir. Zerreden kürreye kadar tüm varlıklar; çok hassas, milimetrik bir denge üzerinde yaratılmış ve öylece devam etmektedir. Mevsimlerin gelip-gidişi, gündüzün geceyi takip edişi, dünyamızın ve diğer gezegenlerin yörüngesinde bir milim dahi şaşmadan hareket etmeleri, hepsi hassas dengeler üzerinde cereyan eden ilâhi adaletin eseridir. Adaletin olmadığı yerde zulüm ve haksızlık vardır. Denge bozulmuş demektir. Denge bozulunca da ayakta durulamaz, yıkım olur. Bu sebeple, Hz. Peygamberimiz Cuma hutbesinde; ”Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakınlara yardımı emreder. Fuhşu, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Tutasınız diye size (Allah) öğüt veriyor.” Mealindeki (Nahl 90.) ayeti okuyarak adaletin önemini izah etmiştir. Bu sünnet asırlardır İslam Aleminde her cuma hutbesinde devam etmektedir. Buna istinaden Hz. Peygamberimiz “Mülk küfürle devam edebilir. Ama zulümle asla ayakta kalamaz.” buyurmuştur. Divan edebiyatımızdan şu güzel mısraları günümüz Türkçesiyle veriyorum: Cümle eşya hâlikındır, kul eliyle işlenir, Emr-i Barî olmadıkça sanma ki, bir çöp deprenir. Hak kulundan intikamın, yine kul ile alır, Bilmeyen ilm-i ledünnü anı kul etti sanır. Ne kahrı desti-âdâdan (düşmanlar) ne lütfu âşinadan (dostlar) bil, Umûrun (işlerini) hakka tefviz(havale) et,Cenab-ı Kibriyadan bil. Şimdi yarım asır öncesine 27 mayıs 1960 darbesine bakalım: Demokratik yolla milletin ezici çoğunluğunun oylarıyla seçilmiş Menderes hükümeti, silahlı kuvvetlerce devriliyor, iktidar mensupları Yassı ada’da kurulan sözde Yüksek adalet divanında, ağır hakaretler altında yargılanıyor. Merhum Menderes ve iki bakan idam ediliyor. Genel Kurmay Başkanı Merhum Rüştü Erdelhun paşa idama mahkum ediliyor ve askerlerin hakaretlerine maruz kalıyordu. Daha sonra,12 mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, uyarı, bildiri ve sair irtica teraneleriyle her 10 yılda bir milletin temsilcileri alaşağı ediliyor, değerleri çiğneniyordu. Müslüman Türk milleti üzülüyor, bunalıyor, ama sabırla vakarını koruyor, sokağa dökülmüyor, işi Allah’a havale ediyordu. En nihayet iktidara yürüyen, Sayın R.Tayyip Erdoğan, ders kitaplarında yer alan bir şiiri okuduğu için hapse atılıyordu. Hatta Başbakan iken partisi kapatılmaya ramak kalmıştı. Asıl görevi vatan savunması olan TSK nin bazı mensupları, hâlâ darbe planları yapıyor. Kaos ve dehşet senaryoları hazırlıyorlardı. İşte bütün bu olup biten haksızlık ve zulümler, naçiz kanaatime göre, gayretullah’a dokundu. Burç döndü, İlâhî adalet tecelli etti. 9 yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz demokratik gelişme ve özgürlükler elde edildi. Tarafsız ve âdil yargı işbaşına geldi. Adaletten söz etmişken, İslam adalet sisteminden ve Osmanlı adaletinden birer örnek sunmak istiyorum. Übey-ibni Ka’b adındaki bir sahabi, Halife Hz.Ömer aleyhine bir dâva açar. Hakim Zeyd-ibni Sabit davetiye ile Hz. Ömer’i duruşmaya çağırır. Mahkeme salonuna gelen Hz.Ömer’e hakim tarafından yakınında bir yer gösterilmesi üzerine, Ömer; “Bu ne hal?” der. “Beni davacının yanında değil de kendi yakınında oturtman tarafgirliktir.” Hakim Zeyd’in cevabı şudur: -“Allah’a ve âhiret gününe imanı tam olan bir hakimin taraf tutması imkansızdır. Benim hep uyguladığım usulümdür. Dâvalıyı en yakınıma alarak, ifade verirken, göz ucuyla mimiklerini, vücut dilini ve ruh halini de anlamaya çalışırım.” Hz.Ömer teşekkür eder. Allah’a hamd eder. Osmanlı Devletinin altın yıllarında, Fatih Sultan Mehmet Han devrinde Konyalı bir tüccar, İtalya’dan kumaş ithal etmek ister. Venedik’ten gemiye yüklenen kumaşlar İstanbul’a doğru yola çıkmış, fakat yolda gemi batmıştı. Parasını alamayan Venedikli tüccar, Konya kadısına başvurmuş: -Ben görevimi yaptım. Malları gemiye yükledim. Paramı isterim. Konyalı tüccar ise: -Sipariş ettiğim malları teslim almış değilim. Bedelini ödemem mümkün değildir. Derler… Konya kadısı Hârim efendinin hükmü şudur: “Venedikli tacir siparişi gemiye yüklemiştir. Geminin batması yüce Allah’ın takdiridir. Venedikli davacı malın bedelini alacaktır.” Beklemediği bu adalet karşısında hayran kalan İtalyan tüccar, Hıristiyanlıktan ayrılıp, Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman olur… HÜDÂYA EMANET OLUNUZ…

Reklam Alanı (İçerik Sonrası) Bu alana reklam ver

Yorum Yaz

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.